Demokrasinin, en dar sınırlar içinde varlığından bahsedebilmek için, sayısal azınlığın haklarının çoğunluk iktidarı karşısında anayasal koruma altına alınması gerekir. Anayasa Mahkemesi, bu korumayı sağlayan en stratejik kurumlardan biridir. Hükmünü icra edemiyorsa, ortada demokrasi diye bir şey kalmamış demektir. AYM’nin Can Atalay kararının icra edilememesi, bir hukuk tartışmasının ötesine geçerek sembolik olarak tek başına demokrasinin askıya alınması, çoğunluk diktasının hakim olması şeklinde anlaşılmalıdır.
Hukuk devletinden zaten söz edilemiyor ve demokrasinin olmazsa olmaz denecek en basit, en vazgeçilmez şartı ortadan kalkıyor.
İktidarı % 50+1’in eline vermenin tek doğru tarafı, o “+1”in doğruluk ve haklılık taşımak adına daha mantıklı ilave bir gerekçe sağlamasıdır. Çoğunluğun mantıksal olarak doğru olanı barındırma ihtimali daha yüksektir. Hepsi bu kadar. Bu prensibe göre ortaya demokrasi değil çoğunluk iktidarı çıkar. Bunun “demokrasi”’den farklı olarak “majoriteryanizm (çoğunlukçuluk)” diye, bir yönetim sistemi olarak adı da vardır. Demokrasi asıl bu çoğunluğun yetkilerinin denge-fren mekanizmaları ile sınırlanması ve azınlıkta kalanların çoğunluk baskısı altında ezilmesini engelleyecek anayasal garantilerin sağlanması ile kendini göstermeye başlar. Tartışmasız yegâne evrensel ve meşrû yönetim biçimi olan demokrasi çoğunluğu iktidara getirmesinden önce iktidarda söz sahibi olamayan azınlığı koruyacak bir düzen tesis ederek haklılığını ve meşruiyetini taraflara kabul ettirir. Bunun adı da Anayasal Demokrasi’dir. Anayasalar çoğunluk diktasını engelleyecek dengeler ve fren mekanizması oluşturarak, Anayasa Mahkemesi’ne sayısal azınlığın temsilcisi olan Can Atalay’ın haklarını koruma yetkisi vererek bu dengeyi kurar. Bu denge yoksa ortada hukuk devleti bir kenara, demokrasi de yoktur. Sayısal azınlığın hak ve hukukunun korunamadığı çoğunluk yönetimi, çoğunluk diktasıdır.
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın yeni üyenin yemin töreninde Cumhurbaşkanı’nın yüzüne karşı söylediği anayasa hatırlatmaları ile ağırlığını sürdüren “Can Atalay Krizi” bir hukuk krizi olmaktan önce bir demokrasi krizidir. Anayasa Mahkemesi’nin mevcudiyetini, dolayısıyla anayasayı, anayasal demokrasiyi yani demokrasinin asgari şartlarını ortadan kaldıran bu krizi, Cumhurbaşkanı danışmanının, Cumhurbaşkanı adına AYM Başkanı’na cevap vermek üzere öne sürdüğü “yargılama usulü”ne sığınarak geçiştirmek mümkün değil. AYM “yeniden yargılama” yapmıyor, sayısal azınlığın temel haklarını yani demokrasiyi koruyor. Tartışma hangi mahkemenin hangi yetkilere sahip olduğu, AYM kararını uygulamama yetkisinin olup olmadığı meselesi hiç değil. Sayısal azınlığın en temel hakları ihlal edildiği zaman, AYM’nin vereceği ihlal kararının, dolayısıyla anayasal demokrasinin işleyip işlemediğine dair çok derin bir kriz yaşıyoruz.
1789 Bildirisi’nin 16. Maddesinde formüle edildiği şekilde kuvvetler ayrılığı prensibi işlemiyorsa, anayasa yoktur. Anayasaya aykırı yetki iddiasında bulunan mahkeme de konu sayısal azınlığın hakları olduğuna göre istediği kadar yargı erki içinde yer alsın, kuvvetler ayrılığına aykırı hareket ediyor demektir.
Can Atalay krizi, mahkemeler arasında bir yetki uyuşmazlığı meselesi, kısaca bir hukuk-yargılama tartışması değil, çoğunluk diktası karşısında sayısal azınlığın haklarının korunmasına dair bir anayasal demokrasi krizidir. Bu krizin tarafları mahkemeler değil, Çoğunluk Diktası karşısında Anayasal Demokrasidir.
Çoğunluk diktasına dönüşmek, çoğunluğa avantaj sağlamaz. Siyasî feraset, çoğunluğun anayasal demokrasi sınırları içinde tasarruf ettiği gücün çoğunluk diktasından daha fazla güç ve etkinlik sağladığını görmektir. Can Atalay krizi, geniş çaplı bir demokrasi krizi olarak ülkenin bütün kurumlarını ifsad ederken iktidarı da zayıflatıyor. Misal o ki ellerinde bir testere bindikleri dalı gürültülü bir şekilde kesiyorlar.
Kommentare