Tartışmaya en üst düzeyde katılan, Cumhurbaşkanı oldu. Yeni yılın ilk Kabine toplantısından sonra yaptığı açıklamalarda konuya özel bir ağırlık verdi ve bu tartışmanın “Yaşasın Cumhuriyet” nidaları ile 1923’te bittiğini vurgulayarak, kendince konuyu kapattı. Konu, Atatürk’e hakaret iddiasıyla yargılanan birinin hafta başı Çağlayan Adliyesi’ndeki duruşmasını izleyen kalabalığın “Yaşasın Şeriat” sloganı eşliğinde yaptığı gösteriydi. Erdoğan hem sloganı atanları 28 Şubat’ın “kadrolu provokatörlerine ve piyonlarına” benzeterek “marjinal” olmakla suçladı, hem de bu tartışmaları “istismar eden” Atatürkçüleri siyasî rant peşinde koşmakla itham etti.
Cumhurbaşkanı’nın konuşma metni üzerine çok kafa yorulduğu ve özenle seçilmiş ifadelerden meydana geldiği ortada. Mesele ideolojik düzlemden indiriliyor ve siyasî düzlemde ele alınıyor. Sonuçta “Yaşasın Şeriat” diyenler, marjinal, piyon ve provokatör olarak kınanıyor ve tercih açıkça Cumhuriyet idealinden yana yapılıyor. Cumhurbaşkanlığı makamına yakışacak şekilde sağduyulu ve basiretli bir tavır.
Cumhuriyet’in kuruluşundan beri fırında tekrar tekrar ısıtılan ve piyasaya sürülen, her devirde de alıcısı bulunan bu tartışmanın arkasında netameli bir kazanın kaynadığı, maksadın başka olduğu belli. Bu tartışmayı “yaşasın” nidalarıyla sıkıştığı slogan düzeyinden çıkartıp biraz derinlere indiğiniz zaman karşınıza bambaşka bir tablo çıkıyor. Şeriat ne, Cumhuriyet ne? Neden birinden yana olmak gerekiyor?
Bizim yakın tarihimizin şeriatı egemen kılma derdindeki ilk İslâmcı aydınlar cumhuriyetçidir. Namık Kemâl: “İslâm, bidayet-i zuhurunda bir nevi cumhur değil miydi?” diye sorar. Ali Suavi, Ziya Paşa cumhuriyetten yanadır. Cumhuriyet’in karşıtı saltanat usulüdür.
Bugün, hakimiyetin dayanağını ilahî kaynakta bulan İran, bir cumhuriyettir.
Şer’i hukukun bütün imkânlarını kullansanız, en esnek yorumlarına müracaat etseniz bile cumhuriyet dışında bir formül bulamazsınız. Saltanat usulü çağlar boyu, diğerini pratikte gerçekleştirmek çok zor olduğu için, ehven-i şer olarak kabul görmüştür. Özetle Şeriat de sorulduğunda cumhuriyet demektedir.
Bizdeki tartışmalarda, Cumhuriyet kavramı ile laik hukukun egemen olduğu, dini kuralların hukuk alanından çıkartıldığı ulus-devlet düzeni kastediliyor. Ancak bu sefer de Şeriatin sınırları ve yetkileri meselesi ortaya çıkıyor.
Şeriat, İslâm Hukuku veya Fıkıh tabiri hukukun (ayrıca ibadetlerin) bütün alanlarında Kur’an, Hadis, Kıyas ve İcma (edille-i erba)’dan usule uygun çıkartılan hükümlere deniyor. Şeriat, çok daha genel olarak “meşrû” olana dayanıyor. Meşrû ve şer’î, Meşruiyet ve şeriat aynı “şer’” kökünden geliyor. Osmanlının son asrında Medenî hukukun önemli kısımlarını içeren, Hanefî fıkhına dayanan bir kanun metni olarak Mecelle vücuda getirildi. Bu metin şer’î hukukun en parlak örneklerindendir ve laik hukukla çelişen bir maddesi bile yoktur. Nitekim bizde kaldırıldığı tarihten sonra Bulgaristan ve İsrail gibi ülkelerde uzun süre uygulanmaya devam etmiştir. Özellikle usul hukuku olarak formüle edilen Küllî Kaideler (iki-üç madde hariç) iki bin yıllık Roma hukukunun bugün de kabul edilen usul hükümleriyle aynıdır. “Beraat-i zimmet asıldır” prensibinin masumiyet karinesi olarak bugün de geçerli olması gibi. Ne gariptir ki Mecelle, kadı yargılamalarında değil, modern usullerin yerleştiği nizamiye mahkemelerinde uygulanmıştır.
İslâm hukukunu slogan düzeyine indirip “Yaşasın Şeriat” diye bağıranların, basit bir şer’i kuralın nasıl vücuda getirildiği ve ne şartlarda kalkacağına dair herhangi bir fikri yok. “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenler kâfirlerdir” diyenler, bu hükümlerin bir içtihat ve yoruma dayandığını, sonuçta bu yorum sahiplerinin hükmünün yürüdüğünü, toplumdaki doğal çıkar çatışmalarını çözme işi ilahî kaynağa havale edildiği zaman ortaya, dinî araç haline getiren zorbaların saltanatının çıktığını göremezler.
Comentarios