Bir millet beş asırda boydan boya kendine mal ettiği şehrin ele geçirilmesini neden kutlar? Kime neyi hatırlatıyorsunuz? Size meydan okuyan mı var? Kaybetme endişesi mi taşıyorsunuz? Halbuki Fatih’in İstanbul’un fethinden daha değerli bir armağanı, bize miras bıraktığı bir hazine var.
Kimliğimiz, kişiliğimiz, bir millet olmanın harcı tarihten gelir. Tarih, bilincimizdir. Millet olmak tarih bilincine sahip olmaktır. Tarihimizin en zor döneminde, İstiklal Harbi’nde can havliyle, cephane gibi ürettiğimiz, zırh gibi kuşandığımız hikâyenin artık sonuna geldik. Yeni hikâyemizi de tarihten devşireceğiz. Ayakları yere sağlam basan, yolumuzu aydınlatan, sorunlara çözüm bulan, ama gerçeklerle kavgalı olmayan bir hikâye yazılıyor şimdi.
En doğru hikâye tarihimizi şekillendiren yasa fikrine ve Oğuz töresine dayanmalı. Baksanıza dün, beş asır öncesinde kalan İstanbul’un fethini kutladık. Bir millet beş asırda boydan boya kendine mal ettiği şehrin ele geçirilmesini neden kutlar? Kime neyi hatırlatıyorsunuz? Size meydan okuyan mı var? Kaybetme endişesi mi taşıyorsunuz? Halbuki Fatih’in İstanbul’un fethinden daha değerli bir armağanı, bize miras bıraktığı bir hazine var. “Yasağ-ı Padişahî” usulünce “Kanunname-i Ali Osmani”yi bizzat kendisi yazarak devletinin merkezine ölümsüz bir yasa fikrini yerleştirmiş. Protokolü olmayan devlet olmaz. Gelmiş geçmiş bütün büyük milletler bir yasa fikri etrafında tarih sahnesine çıkmış ve kalıcı olmuştur. Solon Yasalarının yarattığı Yunan Medeniyetinden başlayarak Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesine, oradan hukuk etrafında oluşan Avrupa Birliği’ne insanlık tarihini ruhundan yakalayabilirsiniz.
Bizim tarihimiz de bir yasa (yasa, “yasak” kelimesidir, “kanun” Latincedir) fikri etrafında oluşmuştur. Irkıl Ata’ya atfedilen Oğuz Töresi tarihimizin kalbine yerleşmiş zemberektir. Oğuz Töresi, Oğuz boylarını teşkilatlandırarak, aralarındaki ilişkiyi ve iş birliğini düzenleyerek, temel anlaşmazlık konularına ve suçlara karşı kurallar koyarak, yasa etrafında bir millet fikri oluşturmuştur. Ele avuca gelmez, enerji dolu, savaşçı-kavgacı göçebe Oğuz boylarını tespihe dizer gibi düzene sokmuştur.
Yeni bir hikâye arayanlar, işte bu yasa fikrine bakmalıdır.
Türklerin Türklerle Savaşı
“Türklerin dünyada en çok savaştıkları, en çok can alıp can verdikleri millet yine Türklerdir” demiştim. Orta Asya’daki göçebe-otlakçı atalarımız yüzyıllarca hayvanlarını beslemek için taze otun peşinden gittiler ve meralar için birbirleriyle savaştılar. Az buz savaşlar değil, bir tarafta 300 bin yaydan bahsediliyor. Bugün Anadolu’da akrabalar arasında bile benzer kavgalar su, mera ve miras için küçük ölçülerde devam ettiğine göre, Türkün Türkle savaşı Orta Asya’da yaşanan uzun bir tarihin özeti gibidir. Gök Bilge Kağan’ın Orhun Kitabelerine övünerek yazdırdığı tam 12 adet seferinin ve savaşlarının biri hariç tamamı yine Türklere karşıdır. Hatta bu seferlerden biri için şöyle der: “Dokuz Oğuz milleti kendi milletim idi. Gök-yer bulandığı için düşmanım oldu.”
Oğuzların yani atalarımızın tarih sahnesine bütün ihtişamı ile çıkışını sağlayan kader anı olan Dandanakan Savaşı (1040) Gazne devletine, yani Türklere karşı yapılmıştı. Ankara Savaşı’nda (1402) Doğu Türklüğünü temsil eden Topal Timur’a karşı Osmanlı, kaybettiği savaştan sonra Oğuznamelerle, Oğuz Kağan efsaneleriyle Oğuz töresine dört elle sarılarak ayakta kaldı. Buna rağmen Otlukbeli’nde Osmanlı Ordusu yüz bin Türkmeni (ağırlıklı olarak Bayındır boyunun liderliğinde Oğuzlar) kılıçtan geçirdi, Çaldıran’da yok ettiği Şah İsmail’in ordusu da silme Oğuzdu. Osmanlı Devleti’ni Avrupa’ya muhtaç hale getiren Kavalalı da Konya’da, Nizip’te iki defa imha ettiği ordu ile aynı dili konuşuyordu.
Eğer bir milletin varlık şartını oluşturan ortak kader duygusunu hareket noktası olarak alırsak “Genel Türk Tarihi” tabiri, ulus devletler çağında uydurulmuş bir kategoridir. Bizim tarihimiz, aynı yasaya tabi olanların ortak bir amaca yönelmeleri ile şekillenmiş ve bu yasa fikrinin gücü nispetinde başarıya ulaşmıştır.
Türkiye’den sonra en kalabalık Türk nüfusu İran’da yaşıyor. İran Devleti yüzyıllarca bir Türk devleti olarak yaşadı; bugün de devlet yönetimi ağırlıklı olarak anadili Türkçe olanların elinde; hatta Molla rejiminin en tutucu kanadını Azerîler oluşturuyor. Aynı dili konuştuğumuz 20 milyon İranlı Türk ile bizi bir araya gelemeyecek şekilde ayıran şey farklı yasa anlayışına sahip olmamız değil mi?
“Milleti yaşat ki devlet yaşasın” sözü, geçen yüzyılda uyduruldu. Devleti amaç, milleti ise onu yaşatacak bir araç olarak tasavvur eden bu sözün karşılığı tarihte yok. Kanunnamelerle, adaletnâmelerle, Töresiyle ceddimiz devleti bir yasa düzenine bağlayarak yönetmişti. Devletin, yani yasal düzenin varlığının sebebi ve amacı da milleti yaşatmaktı. Devlet mi, millet mi? Bu ikilemin çözümü çok basit. Millet olmazsa devleti nasıl yaşatacaksınız? Demek ki aslolan millet.
Türkiye’nin yönünü tayin edecek yeni hikâyenin ana temasının “yasa fikri” olması, tarihin sağlam gerçekleri ile uyumlu. “Yeni Anayasa” gündemini tarihin bu güçlü ışığında yeniden düşünmeyi deneyin. Anayasa Oğuz töresi gibi, toplumun kendi arasında bir sözleşmesi olacak ve devlet dediğimiz, irademizi devrettiğimiz egemen varlık meşruiyetini bu sözleşmeye uymaktan alacak. Bir tek kişinin hakkı bu yasaya aykırı şekilde ihlal edilirse, iktidar da devlet de meşruiyetini kaybedecek.
Kritik bir kurum olan Anayasa Mahkemesi’ne, bu temel hakları koruması, yani millet vasfımızı sürdürmesi için yasal güç verdik. Yeni anayasada bu kurala uyulmayacaksa, ortaya çoğunluk diktası çıkar, anayasa yapmaya gerek kalmaz. Eğer uyacaksanız, şimdi elinizi-kolunuzu bağlayan ne? “Anayasa Mahkemesi kararlarına neden uyulmuyor?” sorusuna tatmin edici bir cevap vermeden yeni anayasa yapılamaz. Daha kötüsü millet olarak yaşama iradeniz gölgelenir.
“Millet”in çağımızda en şümullü ve etkili tanımı, “aynı yasaya bağlı insan topluluğu”dur. Yasa fikrine bağlı sivil ve güçlü bir millete ve bu milletin girişeceği zorlu mücadelelerde onu destekleyecek hikâyeye ihtiyacınız var. Oğuz töresini hatırlayarak hikâyenize başlayabilirsiniz.
Comments